İşte o anda oldu. Gözlerim kapalıydı ama bir şeyin geldiğini hissettim. Üzerime gelen bir gölge… Gözlerimi açtım ve donakaldım. Oğlan eğilmiş bana bakıyordu. Gözlerinde acayip bir karanlık vardı. “Ne yapıyorsun?” diye sordum korkuyla. Cevap vermedi. Yüzüme baktı, bir yabancı gibi değil… Tanıdık biri gibi. Sanki ben onun hakkıymışım gibi.
Yatağımdan fırladım, gözlerimden yaşlar süzülürken “Git buradan!” diye bağırdım. Önce durdu, sonra gülümsedi. “Sadece bahsetmek istemiştim,” dedi. Ama o sesin içersinde bir tuzak vardı. Kapıya koşarak çıktım. Sokak lambalarının altında yalnız başıma ağlaya ağlaya yürüdüm. Nereye gideceğimi bilmiyordum.
Ertesi gün her şeyi eşime anlattım. Yüzüme bile bakmadı. “Abartıyorsun,” dedi. Kızım beni suçladı. Oğlan, bana iftira attığımı söyledi. Ne kadar ağlasam da, ne kadar anlatmaya çalışsam da… Kimse bana inanmadı. Evden gitmek mecburiyetinde kaldım. Kendi evimden, kendi yuvamdan…
Aylar geçti… Sessizliğe alıştım. Yalnızlığa değil. Şimdi ufak bir odada yaşıyorum. Arada sırada duvarda asılı duran eski bir fotoğrafa bakıyorum. Üçümüz yan yana gülümsüyoruz. O anın amacıylae dönmek istiyorum ama gidemiyorum.
İçimde bir kırıklıkla yaşıyorum. En çok da anlaşılmamış olmanın acısıyla. Sadece şunu bilmenizi isterim: Ben kimsenin kötülüğünü istemedim. Sadece sevilmek, değer görmek istemiştim. Ama kalbimi açtığım her kapı, beni biraz daha karanlığa sürükledi.
Evet, bu hikâye trajik bitti belki ama içimde hâlâ minik bir umut var: Bir gün biri çıkıp da aslında “Ben seni anlıyorum” der mi?
Bilmiyorum… Ama bekliyorum