kayınpederinin davranışlarından rahatsız olmaya başlamıştı.

Çocukken hiç hayal etmemiştim köyde yaşayacağımı. Benim hayallerim, kent ışıklarında kaybolmak üzerineydi. Kalabalıklar arasında görünmez olmak, büyük binaların gölgesinde özgür hissetmekti belki de… Ama evlilik, insanın planlarını susturup kaderi söylediran bir yolculukmuş, bunu sonra anladım.
Eşimle evlendiğimde çok gençtim. Şimdilik ne sevginin ne sabrın ne de fedakârlığın gerçek anlamını bilmiyordum. O ise ailesine çok bağlı bir adamdı. “Babam yalnız kalamaz,” dediğinde itiraz etmedim. Eltiler şehre kaçmıştı, kayınpeder tek başına kalmıştı o büyük taş evde..Bizim o bölgeye taşınmam kaçınılmaz olmuştu.
İlk zaman içersinderda her şey yabancıydı bana. Ev eski, odalar taş, tuvalet dışarıda, banyo sobayla ısınıyor… En çok da sessizlik ağır geliyordu. Şehirde gece bile eksik olmazdı bir motor sesi ya da bir korna. Burada, geceleri yalnızca köpek havlaması ya da rüzgarın uğultusu duyuluyordu.
Kayınpederim Mehmet Ağa 72 yaşındaydı. Sert mizaçlı, çok konuşmayan ama her şeyi gözleyen bir adamdı. Köyde herkes ona “ağa” derdi. Eşimin çocukluğunu tek başına büyütmüş, karısını genç yaşta kaybetmişti. Evdeki tertip değişmemişti yıllardır; fincanlar aynı yerde, tül perdeler bile solmuş ama yerinden kıpırdamamıştı.
Ben ilk defa evin kadını olmuştum. Sabahları Mehmet Ağa’nın çayını hazırlıyor, akşamları bahçede domatesleri ayıklıyordum. İş bitmezdi o evde. Ama yavaş yavaş her şey tanıdık olmaya başladı. Evden çıkan gıcırtılar bile…
Yine de basit değildi. Mehmet Ağa’nın sessizliği zaman içersinde üzerime çöken bir gölgeye dönüştü. Her şeye karışmasa da bakışlarıyla yön verir, bir şey söylemeden beni sınava çekerdi sanki. Arada sırada sofrada hata sonucu eksik bir şey koysam, tek sözcük etmez ama bir dahaki sefere ben unutmam diye gözleriyle anlatırdı.
Bir gün eşim şehre çalışmaya gitmek mecburiyetinde kaldı. Haftada bir gelecekti, öyle dedi. “Babamla iyi geçin,” dedi giderken. Gülümsedim ama içim burkuldu. Evde yalnızca ben ve kayınpederim kalmıştık artık.
Günler geçti. Rutinler oluştu. Sabah ezanında kalkar, kayınpederime çay demler, sonra tavukları yemlerdim. O ise bağa gider, akşama kadar dönmezdi. Zamanla evin içersinde adımlarımı daha hafif attım, eşyaların konumunu ezberledim. Onun sevdiği çorbayı pişirdim, sevmediği salatayı sofraya koymadım.
Ama asıl değişim benim içimde oldu. Yalnızlıkla konuşmayı öğrendim. Sessizlikle barıştım. Kayınpederimle günler geçtikçe, onun da yalnız biri olduğunu fark ettim. Belki o da benim gibi sözcüklerle değil, sessizlikle anlatıyordu geçmişin yükünü.
Bir akşamüstü, bahçede yufka açarken yanıma oturdu. İlk kez uzun uzun söyledi benimle. “Sen iyi bir gelinsin,” dedi. “Kolay değildir bu evde yaşamak, ben bile bazı durumlarda zorlanıyorum.” O gün, Mehmet Ağa’nın ilk kez “insan” yanını gördüm. Eşinin ölümünden, gençliğinde toprağa verilen hayallerden, oğlunun doğumundan bahsetti. Gözleri dolduğunda başımı eğdim. Saygıdan mı, utançtan mı bilmem…
O gün biz ilk kez iki insan gibi söyledik. Kadın ve erkek değil, genç ve ihtiyar değil; yalnızca iki insan…
Aylar geçti. Eşim şehre yerleşmemizi istediğinde, içim garip bir şekilde burkuldu. Gitmek istiyordum elbet. Ama ardımda bırakacağım bu taş ev, bu ihtiyar adam, bu sabah sessizlikleri… Hepsi bir parçam olmuştu. “Beni burada bırakın,” dedi Mehmet Ağa. “Bu evde ölmek isterim.”
Reklamlar