Ama eve hiç dönemediler.
Islak bir virajda kontrolden çıkan bir kamyonet bariyeri aşıp arabamıza çarptı. Yolcu tarafı kâğıt gibi ezildi.
Elif olay yerinde hayatını kaybetti.
Murat hayatta kaldı. Kaburgaları kırıldı, akciğerleri zedelendi, omurgası çatladı. İki hafta boyunca yoğun bakımda kaldı.
Gözlerini ilk açtığında bana değil, sadece tek bir şey fısıldadı:
“Elif?”
Eve döndüğünde artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Ev sessizdi.
Elif’in odası olduğu gibi duruyordu. Yarım kalmış ayçiçeği resmi masadaydı. Oyuncakları yerdeydi. Pembe lambası hâlâ yanıyordu.
Polis, kazadan sonra Elif’e ait her şeyi delil olarak almıştı.
Sırt çantasını… defterini… ve o sarı kazağı.
En sevdiği kazak. Onu giydiğinde uzaktan bile tanırdım. Yürüyen bir güneş gibiydi.
Bir sabah, soğumuş kahveme bakarken, köpeğimiz Paşa arka kapıyı tırmalamaya başladı. Bu bir havlama değildi. Telaşlı, çaresiz bir sesti.
Kapıyı açtım.
Paşa verandada duruyordu. Ağzında parlak sarı bir şey vardı.
Kalbim duracak gibi oldu.
Bu… Elif’in kazağıydı.
Titreyerek uzandım ama Paşa kazağı kaptı ve koşmaya başladı.
Her birkaç adımda bir durup beni takip edip etmediğime baktı.
Sanki bana bir şey göstermek istiyordu.
Üzerime bir şey bile almadan peşinden koştum.
Bahçenin arkasındaki çitten geçtik. Yıllardır gitmediğimiz boş araziye girdik.
Yaklaşık on dakika sonra durdu.