O an odada sadece makinelerin mekanik sesleri vardı. Ben gözyaşlarımı gizleyerek eşime eğilip, yıllardır içimde sakladığım en derin sözleri fısıldadım. Onun için yaşadığımı, onsuz nefes alamayacağımı, eğer bu dünyadan giderse ben de ardından sessizce solacağımı söyledim. Dudaklarım titredi, ellerim terledi. Bilmiyordum ki kapının arkasında bir gölge beni dinliyordu.
Kapı gıcırdadı. Ben hâlâ eşimin yanaklarına kapanmış, onun sıcaklığını son kez hissetmeye çalışırken bir ses duydum:
“Onları duydu… Her kelimeni…”
Başımı kaldırdım, kapının eşiğinde genç bir hemşire duruyordu. Gözleri kıpkırmızıydı, belli ki çoktan ağlamış. Yanıma geldi, elimi tuttu. “Sakın pes etmeyin” dedi. “Bazen hastalar hiç tepki vermez ama sevdiklerinin seslerini, sözlerini duyarlar. Ben… az önce cihazın göstergesine baktım. Kalbi sen o sözleri söylerken birden hızlandı.”
Dizlerimin bağı çözüldü, oturduğum sandalyeye yığıldım. “Ne diyorsun sen?” dedim fısıldayarak. Hemşire titreyen parmağıyla ekrandaki çizgiyi gösterdi. “Bakın, tam o an… birden tepki verdi.”
O an umut denen şey yeniden damarlarıma doldu. Elini daha sıkı tuttum, kulağına tekrar eğildim. “Duyuyorsun değil mi? Ne olur bana bir işaret ver…” dedim.
Bir anda parmağı kımıldadı. Çok hafifti, belki hayal bile olabilirdi. Ama ben gördüm. O küçücük hareket, bana koca bir dağ gibi umut oldu.
Hemşire gözyaşlarını tutamayarak dışarı koştu, doktorları çağırmaya gitti. Ben ise eşimin alnına kapandım, “Sakın bırakma beni” diye fısıldadım.
Dakikalar sonra doktorlar odaya doluştu. Monitörün başında telaşla bir şeyler konuştular. İçlerinden biri bana dönüp, “Bu inanılmaz, sanki sizin sözleriniz ona bir yerden dokundu. Belki hâlâ bir şansı var.” dedi.
Ben ise sadece tek bir şey biliyordum:
O, beni duymuştu. Ve ben o gün, fişini çekmek yerine, onun yeniden doğuşuna şahit olmaya karar vermiştim.