Peki, AK Parti niye bu kişileri alıyor? Çünkü, bakıyoruz, dün yapılan açıklamalarda mesela Faruk Acar, Genel Başkan Yardımcısı, “AK Parti milletin partisidir ve bunu göreceksiniz. Katılımlarla göstereceğiz.” diyor. Söyleyebildiği en önemli husus bu. Peki katılanlar hangi özellikleriyle katılıyorlar? Bakın, AK Parti’nin ilk yıllarında, kuruluşundan itibaren AK Parti’ye değişik yerlerden çok insan katıldı. Alevilerden de, Kürtlerden de katılanlar oldu. Eski merkez sağdan katılanlar oldu. Merkez soldan katılanlar oldu. Onlar bir projeye inandılar ya da inanmış gibi yaptılar, öyle söyleyelim. Ve zamanla bunların hemen hemen hepsi tasfiye oldu. Ya kendileri ayrıldılar ya da Erdoğan tarafından etkisizleştirildiler. Ama o dönemdeki AK Parti’nin, ‘‘Milli Görüş gömleğini çıkarttık, biz yepyeni partiyiz, muhafazakar demokratız, Avrupa Birliği’ni istiyoruz’’ gibi birtakım argümanları vardı. Bugün AK Parti’nin bir vizyonu yok. Yani bir vizyon olur. “Türkiye Yüzyılı” diye söylediği bir şey var Erdoğan’ın, ne olduğunu hâlâ anlamış değiliz. En azından ben anlamadım. İnsanlar neye geliyor? Hangi vizyona geliyor? Hangi perspektife geliyor? Bu tamamen iktidar savaşları içerisinde güçlü-güçsüz meselesinde bir tercih.
Peki, AK Parti buna niye ihtiyaç duyuyor? Çünkü güçlü olduğunu göstermek istiyor. Siz sonuçta bir büyükşehir belediye başkanını 4. döneminde partisinden koparabiliyorsanız bir gücünüz var demektir, burası muhakkak. Sonuç olarak Özlem Çerçioğlu’nun ya da bir başkasının CHP’den kalkıp AK Parti’ye gitmesi CHP’ye tabii ki zarar verir. Belli bir yerden sonra “gitmesi iyi olur” diyen CHP’liler de var. O belki daha sonra olabilir ama ilk başta sonuç olarak psikolojik bir etki var. Denebilir ki, ‘‘Hani CHP iktidara yürüyordu. Aydın gibi bir yerin belediye başkanı niye AK Parti’ye geçiyor? Demek ki AK Parti’de hâlâ bir ışık görüyor.’’ O ışığı görüyor mu çok emin değilim. Ama şunu tahmin ediyorum; şu anda CHP’li belediyelerin büyük bir kısmının başına gelen ya da gelebilecek olan yargı eliyle devletin, iktidarın baskısından kurtulmak amaçlı bir şey. Ve AKP de bunları çok umursamıyor, hiç umursamıyor: ‘‘Gelsinler ve biz de hâlâ yıkılmadık, ayaktayız diyelim.’’ Tabii ki AK Parti’nin 24. yılında tamamen kendisini bu tür vitrin düzenlemelerine mahkum etmiş olması apayrı bir husus. Onu da bilahare konuşuruz.
Sonuçta iki taraf da memnun. CHP memnun değil gibi gözüküyor ama kısa ya da orta vadede CHP de pekâlâ bu tür kişilerden kurtulduğu için memnun olabilir. Bakın, benzer bir olay Hatay’da yaşanmıştı seçim öncesi. O kadar insan “Lütfü Savaş istemiyoruz, istemiyoruz” dediler. CHP yönetimi çok bocaladı ve Lütfü Savaş’ı gösterdi. Hem seçilemedi hem de ondan sonra CHP’nin yeni yönetimine yapmadığı kalmadı. Burada da belli ki birtakım isimler CHP’nin başına, ki başkaları da pekâlâ olabilir. Bugün başka birtakım CHP’li ve başka yerlerden belediye başkanları da görebiliriz. Ama tabii ki en önemli isim — iddialar doğruysa, ki doğruya benziyor — Özlem Çerçioğlu olacak. Onlar erdiler muratlarına diyelim, biz de olayı yorumlamaya devam edelim.
Peki bugünkü yayını kime ithaf ediyorum? İlk patronum Ercan Arıklı’ya. Ercan Arıklı gerçekten Türk medyasında bambaşka birisiydi. Kendisi daha önce birtakım gazeteler çıkartmaya çalışmış. Robert Kolej okuyup sonra Lozan’da okuyor ve gazetecilik, yayıncılık en büyük arzusu. Gelişim Yayınları, o zaman Levent’te bir yerdeydi, Gültepe’ye yakın bir yerde. Orada Larousse Ansiklopedisi‘ni basıyordu ve Erkekçe, Kadınca, Nokta gibi dergilerle dergi piyasasının en önemli gücüydü. Ve ben de 1985 Mayıs ayında üniversitede okurken Nokta dergisinde çalışmaya başladım. Ercan Arıklı o tarihte birbirinden farklı isimleri Nokta‘da ve diğer yerlerde, ama esas olarak Nokta‘da topluyordu. Özellikle sol harekete, solun değişik fraksiyonlarından gelme ama iyi okullarda okumuş isimlere çok büyük bir ilgisi vardı. Solcu olduğu için değil, asla öyle değildi ama onlardan çok istifade ediyordu. Onları çalıştırmaktan çok memnundu. Ben oraya gittiğimde benden yaşça büyük çok sayıda ismi olan insan vardı ve oraya genç birisi olarak 23 yaşında girdim. Kısa zamanda kendimce başarılı işler yaptım. Sonra bir gün Ercan Bey’in kapısını çaldım. Şey istedim, bir taltif, maaşıma ya da statüme yönelik. O yanaşmadı. Ben de istifa ettim. Çok kızdım, istifa ettim. Onu çok rahatsız ettiğini sanmıyorum benim istifamın. Yıllar sonra, bu olay 87’de galiba oluyor, daha sonra 2001 seçimlerinden sonra bir baktım Ercan Bey beni arıyor. Vatan Gazetesi vardı o sırada. Zafer Mutlu ve arkadaşları, Ercan Bey de onun kurucuları arasındaydı. Beni bizzat davet etti. Diğerleri beni biliyorlardı ama tanımıyorlardı. Ercan Bey beni Vatan Gazetesi‘ne çağırdı ve benim gazetecilik hayatımın en parlak dönemi bence Vatan Gazetesi. Kendimi o kadar özgür hissettiğim bir dönem, yani hem büyük medyada olup hem de özgür hissettiğim bir dönem yok. O anlamda yıllar sonra Ercan Bey’le — onun bana bir kırgınlığı yoktu belki ama benim vardı — barışmış olduk. Sonra Ercan Bey çok acı bir şekilde, bizim gazetenin yeri ana cadde üzerinde, Gayrettepe’ye giderken, karşıdan karşıya geçerken bir halk otobüsünün altında kaldı maalesef. 2003 yılı, yanılmıyorsam 2003 yılında hayatını kaybetti, Haziran ayında. 63 yaşındaymış, tam benim şu andaki yaşım. Ve Ercan Bey’in hayatında çok büyük bir dram vardı. Hepimiz bunu bilirdik ama konuşmazdık. Yıllar önce İsviçre’de yaşarken evlerinde hava gazı sızıntısı nedeniyle iki oğlu hayatını kaybetti. Eşi çok ağır yaralı bir şekilde kurtulmuş yıllar önce. Ve Ercan Bey de oğulları Giray ve Ali’nin yanına Zincirlikuyu’ya defnedildi. Ercan Bey’in şu anda Zincirlikuyu’da hemen yanında kim yatıyor? Sırrı Süreyya Önder. Çok ilginç. İki birbirinden farklı insan. Birisi alabildiğine, şöyle söyleyeyim bizim sol tabirle, burjuva. Çok iyi eğitimli, çok şık, her zaman şık, çok kibar. Bir diğeri de alabildiğine proleter, halk ağzıyla konuşan, kılık kıyafeti, hani rahmetli Sırrı için söylenecek en son şey ‘‘şık’’ olur. Şimdi yan yanalar. Hepsine, Ercan Bey’in çocuklarına da, Ercan Bey’e de ve tabii ki Sırrı’ya da tekrar rahmet diliyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.