Kendini yalnız hissediyordu ve kilosu her işi daha da zorlaştırıyordu.
Geceleri sessizce ağlıyordu, acaba hayatı artık sevgisiz bir evlilik ve hapishane gibi bir evde mi geçiyordu diye düşünüyordu.
Ellie çocuklarla bağ kurmaya çalıştı. Kurabiye pişirdi ve titreyen elleriyle onlara ikram etti.
Mia alaycı bir şekilde, “Sen bizim annemiz değilsin.” dedi.
Ve Ben onun arkasına saklandı.
Ellie’nin yüreği sızladı ama pes etmedi. Kendi yalnız çocukluğunu hatırladı ve kendine sabırlı olacağına dair söz verdi.
Yavaş yavaş onlara küçük hediyeler bırakmaya başladı; oyulmuş çubuklar, kır çiçekleri… Onların güvenini kazanmayı umuyordu.
Caleb bir gizemdi.
Çok az konuşuyordu, yüzü kederle doluydu.
Ancak Ellie, onun sert dış görünüşüne rağmen çocuklarına gösterdiği şefkati fark etti.
Bir öğleden sonra, onu odun taşımakta zorlanırken buldu.
Tek kelime etmeden yükü kollarından aldı. “Her şeyi tek başına yapmak zorunda değilsin,” diye hırıltılı bir sesle söyledi.
Ellie, ona ilk kez bu kadar nazik bir şekilde hitap ediyordu ve içinde bir umut ışığı hissetti.
Dağlardaki yaşam çok yorucuydu.
 
Ellie’nin vücudu ev işlerinden dolayı ağrıyordu: su taşımak, yerleri silmek, açık ateşte yemek pişirmek.
Ama şikâyet etmeyi reddetti.
Caleb’in yorulmak bilmeden çalışmasını izliyordu ve çocukların aç küçük yüzleri ona amaç veriyordu.
Bir gün Mia ateşlendi.