Pazar sabahı erkenden, Hüseyin ile Mehmet işe koyuldu. Evlerinin önüne bir tabut yerleştirmişler, etrafa matem havası vermişler. Hüseyin, başına siyah bir şapka geçirmiş, gözü kısarak perdeli bir ses tonuyla provamış: “Vah ki vah, ne büyük kaybetti!” Mehmet ise, gömleğinin yakasını yırtmış, sahte gözyaşlarıyla babasına ayrılıyormuş. İkisi de öyle inandırıcı oynuyorlarmış ki, yoldan geçen birkaç köylü bile sırasında, “Başınız sağ olsun, kim vefat etti?” diye sormuş. Hüseyin, her zamanki gibi gizemli bir şekilde, “İçerde, gelin görün” diyerek konuyu geçiştiriyormuş.Derken, beklenen bir geldi. Ayşe ile Fatma Ana, pazara gitmek için evden çıkmış, kollarında sepetler, neşeli neşeli sohbetler ederek yolda yürüyorlarmış. Tam Hüseyinlerin evinin önünden geçerken, baba oğulun şehit seslerini duymuşlar. Ayşe, durmuş, kaşlarını çatarak, "Bu ne şimdi? Hüseyin Amca'yla Mehmet neden böyle feryat ediyor?" demiş. Fatma Ana, her zamanki dobra tavrıyla, “Kızım, bu herifler gene bir hinlik peşinde, bence aldırma” demiş ama merakına yenik düşmüş. “Hadi, bir bakalım, neymiş bu tantana” diyerek eve doğru yönelmişler.