Ama yalvarmadı.
Sessizce gitti.
Ya ben? Hiçbir şey hissetmedim. Suçluluk duymadım. Acıma duymadım.
Eski evi sattım. Yeni bir yere taşındım.
Hayat daha iyi oldu. İşlerim gelişti.
Yeni bir kadınla tanıştım.
Çocuk yok. Yük yok. Huzur. Rahatlık.
İlk birkaç yılımda bazen çocuğu düşünürdüm; endişeden değil, sadece meraktan.
Nereye gidebilirdi ki? Hâlâ hayatta mıydı?
Zamanla o merak bile azaldı.
Ailesiz, yuvasız, on iki yaşında bir yetim; nereye gidebilirdi ki?
Bilmiyordum.
Umurumda değildi.
Hatta bir gün kendi kendime,
"Öldüyse belki de en iyisiydi. En azından artık acı çekmek zorunda kalmayacaktı." dedim.
Ve bir gün, tam on yıl sonra...
Telefonum çaldı. Numara bilinmiyordu.
"Alo efendim? Bu Cumartesi bir sanat sergisinin açılışına katılabilir misiniz? Biri sizi orada görmek istiyor."
Kapatmak üzereydim; sanatçıların hiçbirini tanımıyordum. Ama bunu yapmadan önce, karşı taraftaki ses kanımı donduran bir şey söyledi:
"Yıllar önce terk ettiğin çocuğa ne olduğunu bilmek ister misin?"