Karım öldükten sonra

Arjun’u bir görev olarak yetiştirdim, başka bir şey değil.

Meera öldüğünde her şey yerle bir oldu.

Beni çocuğa bağlayacak kimse yoktu.

Arjun her zaman sessiz, mesafeli ve saygılı olmuştu.

Belki de içten içe onu asla gerçekten sevmeyeceğimi biliyordu.

Cenaze töreninden bir ay sonra sonunda ona,

«Git. İster yaşa ister öl, umurumda değil.» dedim.

Ağlamasını bekliyordum. Yalvarmasını.

Ama ağlamadı.

Gitti.

Ve ben hiçbir şey hissetmedim.

Evi sattım ve taşındım.

Hayat devam etti. İşler gelişti. Başka bir kadınla tanıştım; yükleri ve çocukları olmayan.

Birkaç yıl boyunca ara sıra Arjun’u düşündüm.

Endişeden değil, sadece meraktan.

Nerede olabilirdi? Hâlâ hayatta mı?

Ama merak bile zamanla kaybolur.

Dünyada yapayalnız, on iki yaşında bir çocuk; nereye gidebilirdi ki?

Bilmiyordum.

Umursamadım.

Hatta şöyle düşündüm:

«Öldüyse belki de en iyisi budur. En azından artık acı çekmek zorunda kalmayacak.»

On yıl sonra.

Bilinmeyen bir numaradan arandım.

«Merhaba Bay Rajesh? Cumartesi günü MG Caddesi’ndeki TPA Galerisi’nin açılışına gelebilir misiniz?

Biri sizi orada görmeyi çok istiyor.»

Telefonu kapatmak üzereydim ama bir sonraki cümle beni dondurdu:

«Arjun’a ne olduğunu bilmek istemiyor musunuz?»

Göğsüm sıkıştı.

O ismi -Arjun- on yıldır duymamıştım.

Tereddüt ettim. Sonra kuru bir şekilde,

«Gelirim.» diye cevap verdim.

Galeri modern ve kalabalıktı.

İçeri girdiğimde kendimi yabancı hissettim.

Resimler göz alıcıydı -tuval üzerine yağlıboya, soğuk, mesafeli, rahatsız edici.

Sanatçının adını okudum: T.P.A.

Baş harfleri beni bir darbe gibi vurdu.

«Merhaba Bay Rajesh.»

Karşımda, sade giyimli, uzun boylu, ince yapılı, derin ve anlaşılmaz bakışlı genç bir adam duruyordu.

Donup kaldım.

Arjun’du.

Artık bir zamanlar reddettiğim o narin çocuk değildi.
Reklamlar